Kahve Savaşları
Kitaplara almadığım eski öykülerimi burada topluyorum. Müdahale edilecek yerler çok ama dokunmayacağım hiçbirine. Böyle kalsın. Bu öyküyü 2010'da bitirmişim.
Köhne dükkânından tüm semte; bilumum cerahatle bezeli önlüğünden de çevresindekilere yayılan bağırsak, işkembe, paça, deri kokularıyla; bir de patavatsızlığıyla meşhur Sakatatçı Arif yahut eş dost meclislerindeki namıyla Mundar Arif, kilidi sıkışmış bir kapıyı omuzlarmış gibi tüm gücünü verdiği sağ yanını öne atıp sinekliği yararak, şıngırtılar eşliğinde kahveye girdi. Okey oynanan iki masaya ve çanak oynanan bir masaya dikkatlice baktı, çanak masasında karar kılıp masanın ağır abisi pozlarındaki Kunduracı Necati’nin yanına rampa etti. Saatlerdir anlatacak birilerini aradığı havadisleri heyecanlı heyecanlı ortaya yumurtladı:
“Uşak, duydunuz mu, Adıgüzel’in kahvede dövüş çıkmış dün gece. Adıgüzel, Kurtulmuşluların hepsini kuşburnu sopasıyla kovalamış.”
Necati, sabahtan beri içtiği sigaraların takviyesiyle boğazında birikip sesinin hırıl hırıl çıkmasına neden olan zümrüdî balgamı, kahvenin yeni ziftlenmiş tahta döşemesine gürültüyle yapıştırıp ayakkabısıyla üzerini sıvadı. Ağzını kolunun yenine silip Arif’e otur işareti yaptıktan sonra, fazlalıktan kurtulan ses tellerinin getirisi net bir tonla, öteye duyurmamaya gayret ederek mırıldandı:
“Ulan Arif, yatacak yerin yok şerefsizim.”
Başıyla kapıdan tarafı gösterdi.
Arif, Necati’nin işaret ettiği yana baktı, belki onun kadar önemsemedi ötedekini ama yine de kendine sandalye çekip masadakilere meselenin ayrıntılarını bire bin katarak anlatırken sesinin şiddetini biraz olsun dizginlemesini kendince lütuf saydı.
***
Ötede, Kurtulmuş köylü Ömer. Girişteki masada bir sandalyeye ilişmiş, tek başına, elindeki boş çay bardağını çevirip duruyor. Sabahtan beri her gören yanındakine kafasıyla onu işaret ediyor, kaçtır sarakaya alınıyor ya, akşama kadar karının dizinin dibinde mi beklesin, erkek adam. Yok Adıgüzel bunun anasına avradına sövmüşmüş de, yok kuşburnu sopasıyla baldırlarına vurmuşmuş da, yok bir daha görürsem yaşatmam diyesiymiş de, Ömer gıkını bile çıkaramamışmış da… Olan oldu işte. Ne yapsın, “He, ben gavadın tekiyim!” mi desin! Adı batasıca Adıgüzel’inki olmazsa aha da Necdet’in kahve. O da olmadı Adem’in kahve var, Kızılbaşların kahvesine bile gider de rezil Adıgüzel’in kahveye adımını atmaz bir daha. Uğursuz herif… Nasıl da önüne kattı o kadar adamı… Sopa bile değil, bildiğin dal...
Adıgüzel’in kahvenin müdavimi olduğu sıralar tenezzül edip bir selam bile vermemişken şimdi Necdet’in ocağına düştü işte. Acaba boşalan masalardan birine Necdet, kendi oturmaz da Ömer’i çağırır mı? Ya hiç umuru olmazsa? İki saattir elindeki boşu almaya bile gelmedi.
Beri yanda Necatilerin çanak oynanan masasında oyunun temposu artıyor. Ömer, masanın üzerine sırayla gelip giden ellerin çıkardığı, dibekte tokmakla yarma döverken oluşan ahengi andıran sesleri içi giderek dinliyor. Yeşil çuhanın üzerinde gelip giden erkek elleri:
Tak… Tak… Tak…
***
Necati’nin masasında Terzi Cafer, oğlunun tepesinde dikildiğinden habersiz. Oğlan da alığın teki, korkusundan babasını dürtüp de bir şey diyemiyor. On-on bir yaşlarında, koca kafalı... Cafer, elini dizerken bir yandan da dudaklarına sıkıştırdığı sigaranın dumanından gözlerini korumaya çalışıyor. Dışarıda cehennem sıcağı, içeride bir kurander desen yok.
Kor, izmarite yaklaştıkça duman adamın yüzüne yüzüne dağılıveriyor. Dumandan korunmak için gözlerini kısıp yüzünü şekilden şekle sokar, kafasını bir sağa bir sola bir ileri bir geri eğip bükerken oğlanın yanında durduğunu fark etti Terzi Cafer, zaten eli de iyi değil, iyice suratı asıldı. Bu süt bebesi kılıklıyı kahvedekilerin görmesini bile istemiyor ya, dükkânda oturtacak başka adam yok.
“Baba, müşteri bekliyor.”
“Geleceğiz dedik ya lan eşşoğleşşek.”
Çocuk tüm cesaretini toplayarak babasının lafını ikiletiyor:
“Adamın acelesi varmış. Gelmeyecekse gideyim diyor.”
Cafer tek kozunu ortaya atarken öfkesini oğlundan çıkardı:
“Lan avradını siktiğimin çocuğu, ne uyluyorsun lan daha, siktir ol!”
Elinin yanındaki rakibine görünmesi pahasına ayağa kalkmaya davranırken çocuk hızla dışarı seğirtti.
Ömer sabahtan beri kaçtır aynı sahnenin şahidi. “Baba, müşteri bekliyor; baba, telefon geldi, seni istiyorlar; baba, toptancı adam göndermiş para istiyor, baba ölünün körü oluyor...” Kalkıp dükkânına gitse şu kılıksız, belki Ömer’i buyur edecekler masaya. Ama hiç niyeti yok Cafer’in. Kök salmış gibi oturduğu yere, sermayeyi doğrultmadan gideceğe benzemiyor.
***
Bu arada Cafer’in karşısında, Sıvacı Ali’nin yanında Mundar Arif, enikonu yancı olmuş, çeteleye sarı renkli tükenmez kalemle oyundaki son durumu yazmakla meşgul. Bir eli de apış arasında, nemnesini kaşıyor. Maksadı hasıl olmayınca ayağa kalktı, bir elini cebine sokup oradan hedefe ulaşmayı denedi, başka bir düzen verdi, o da olmadı sol bacağını biraz kaldırıp biraz daha kaşıdı, oynattı, “Hâlâ bulamadın mı lan?” diye laf atmalara aldırmadan en sonunda sağa yatırıp yerine oturdu. Getirdiği dövüş haberinin kahveye çoktan ulaşmış olması canını sıkmıştı ama birkaç gündür hazırda beklettiği başka bir haberi daha vardı. Bu iş yapar belki diyerek saldı ortaya:
“Bizim sümsükten haberiniz var mı?”
Masadaki oyuncuların hepsi, sorulması vacip olan karşı soruyu bir diğerine devrediyordu konuşmadan. Hem soran da sadece muhatap alınmak, sorulmak için hikâyeye böyle girmemiş miydi… Tüm masayı temsilen çıkan, kimden geldiği bellisiz, uğultu gibi, umursamaz, umursanmayan bir sesle karşılık buldu Arif’in sorusu.
“Hangi sümsük?”
“Eşref Dayı’nın büyük oğlu.”
“İstanbul’a gitmedi miydi o çalışmaya?”
“Günahı nabalı anlatanın boynuna, İstanbul’a gitmiş, otobüsten aşağı adımını atar atmaz, yağmur yağıyor demiş, bilet almış, geri dönmüş.”
Masadan bir kahkaha koparmayı başardı.
“Nasıl, hiçbir yere gitmemiş mi?”
“Yok, sonraki otobüse binip gelmiş zağar.”
“Vay dalyarak vay!”
Necati masaya kart almak için uzanırken söylendi:
“Bizim insanımızdan adam çıkmayacak arkadaş!”
***
Öte yanda Ömer, kenefe gitmek için davrandı. Ayağa kalkarken baldırları sızladı ama acısını göstermemeye gayret etti. Duvarlarda, beyaz ahşap çerçeveleri iki ayda sapsarı kesilmiş resimleri; sağ yanda beyaz atının üzerinde Fatih Sultan Mehmet’i; kaytan bıyıkları ve küpesiyle Yavuz Sultan Selim olup olmadığı şüpheli Yavuz Sultan Selim’i; Fevzi Çakmak Paşa’yı; Sultan Süleyman’ı; üzerinde ay yıldızın yansıdığı kan gölünün etrafında toplaşmış, buradan bir bayrak çıkarabilir miyiz diye düşünen sarıklı, palalı askerleri; bütün Erzurum’u peşine katmış cepheye sürükleyen Nene Hatun’u; en bildik pozunda Atatürk’ü; sanık kürsüsünde yan yana Adnan Menderes’i, Hasan Polatkan’ı, Fatin Rüştü Zorlu’yu; kenarları on altı büyük Türk devletinin bayraklarıyla donanmış Turan haritasını; Kürşat’ı; bir tepede konuşlanmış uluyan kurdu; kurdun aklına uyup Ergenekon’dan çıkan Türk halkını geride bıraktı.
Kenefe girmek üzereyken, kapının yakınındaki masada, oyuncuların bir ihtiyaçları olursa diye başlarında dikilip teşrifatçılık yapan Necdet’e başıyla bir daha selam verdi. Necdet hâlâ oralı değil, Ömer’e buradan masa çıkmayacak anlaşılan.
Necdet’e de hak vermek lazım. Sadece Ömer değil ki mesele, hadi bu gelsin, e sonra şerikleri de gelecek, dün Adıgüzel’in kahveden kovulanların hepsi buraya dadanacak. Seyret tantanayı ondan sonra. Zaten geceleri polislerin sakal meselesi var. Kasaya giren çok bir şeymiş gibi… Sabahlara kadar ayakta kaldığına değmiyor, sonra bir de bu it kopuğun hırgürü. Bu paçoz da başka kahve bulsun kendine. Adem’in kahve var, isterse Kızılbaşların oraya gitsin, Necdet’e ne!
Kahvenin tek sahibi Necdet değil aslında. Kudret de var, ocakçı. Necdet masalara bakıyor, ortacılık ediyor, bahisleri kızıştırıyor, eksik masalara adam buluyor, bulamazsa kendi oturuyor. Müşteri topluyor sağdan soldan, mano’sunu topluyor. Kudret’in ocaktan çıktığı yok. Çay demler, paraları toplar, markaları sayar, diafona bakar… Esas yük Necdet’te.
Bir metrelik beton kaidenin üstünde kahverengi parmak izi desenli, üst yanları kubbeli, renkli cam. Yine camcının mahareti elverdiğince kubbeli bir pencere açılmış, oradan çaylar içeriye veriliyor. Çırak, Necdet, hatta bazen nazı geçer biriyse müşterinin bizzat çayı alıyor. Kudret ocağın pirinç musluğuna bez bağlamış, kireci süzsün diye mi, su sağa sola sıçramasın, doğrudan bardaklara aksın diye mi, belki hem o yüzden hem bu yüzden. Çatlayan fayanslardan başını alamadığından muşambayla kapladığı tezgâhı siliyor. Çay ocağının üstünde iki büyük demlik, birinde çay bitmek üzere. Yeni gelenlere itelemek lazım. Diğeri taze. Yanda oralet, kuşburnu, kivi çayı kavanozları. Bir de marka kutusu var. Civar esnaf için. Çok sık olmasa da diafondan arada bir berbere, ambalajcıya çay isteniyor.
Ömer kenefe girdi. Kapının çengelini taktı. Bir işe yarasa bari. On santim aralık var kapıyla pervazı arasında. Büyük kabahatlerini yapmasınlar içeride diye, besbelli. Şırıltı kahveden duyuluyorsa duyulsun, ne gam!
Kimisi işerken sigara içmeyi sever ya, içeride kesif sidik kokusuna karışmış sigara kokusu. Rahatsız olmadı Ömer, işemeye başladı, temizlenmemekten enikonu kahverengiye dönmüş tuvalet taşında deliğin biraz üstüne nişan aldı. Taş üzerinde beyaz kalmış tek nokta. Kahveye gelenlerin boyları, kiloları, beslenme şekilleri, sigarayla çaydan sonra mesanelerde biriken idrar miktarı ve kenefte durdukları nokta aşağı yukarı aynı olduğundan, tuvalete giren herkes taşın aynı noktasına aynı mesafeden, aynı açıyla nişan almış. Kapıda, duvarlarda tataklar, bir de herhalde suların akmadığı günlerin anısına kahverengi lekeler. Ömer, bir iki salladı, işini bitirip fermuarını çekti.
Kenefin iğreti kapısından çıkınca, az önce oturduğu masadan boş bardağının alınmış olduğunu fark etti. Bir cesaretle yerine geçerken Necdet’ten bir çay daha istedi, Necdet gönülsüzce, olur anlamına başını sallayıp işine döndü.
***
Kahvenin kapısındaki, iplerinin çoğu kördüğüm olmuş sinekliğin şıngırtısı, okey masalarından gelen şıngırtıya karıştı bir kez daha. Bu defa üçüncü bir sesle birlikte. Köftecinin çırağı, önlüğünün kesesindeki bozuklukları sallaya sallaya masalara yaklaşıyor:
“Köfte isteyen, köftekmek!”
Oğlanın önlüğünden gelen donmuş ızgara yağı kokusu; Arif’ten gelen sakatat, Necati’den gelen kundura ve balley kokusuna karıştı, Terzi Cafer’in midesi beynini uyardı. Sol elinin işaretparmağı burnunun sağ deliğinin ulaşması güç noktalarından muzafferiyetle dönmüş, henüz çuhanın altında temizlenmişti:
“Lan, kerhanacı, bir tane düremeç gel. Terzi Cafer’in selamı var de ustana, pidenin uçlarını kessin. Soğanını da bol koysun.”
Masadan bir kart çektikten sonra tekrar berikine döndü:
“Geçenki pideniz sırım gibiydi, sıcak pideye koy bu sefer. Külahları değişiriz ha!”
Cafer, çırağın ardından imrenerek baktı, ne olurdu kendi oğlu da şunun gibi biraz gözü açık olaydı! Çırak arka tarafa gitti, ordan da siparişleri aldıktan sonra köfteci dükkânına doğru yollanırken hâlâ tek başına oturan Ömer’i gördü:
“Vay, Ömer Abi, dün siktiri yemişsiniz!”
Ömer, ya sabır çekip duymazdan geldi. Bacak kadar çocuğa cevap verse bir dert, vermese ayrı dert.
Öteki daha istediğini alamadı ama. Hiçbiri belli etmese de kahve ahalisinin kulağı bu yanda.
“Köfte getireyim mi Ömer Abi, şirketten! Bir de kuşburnu çayı söylerim üstüne, seversin sen kuşburnuyu!”
Bir yandan da gülüyor boynuzlu… Oyuncular artık itidali bıraktı, enikonu makaraları koyuverdiler. Ömer dayanamadı:
“Siktir ol lan, bacağına sıçtığım. Sana da köftene de kuşburnuna da ha! Dümbük seni!”
“Öyle deme abi, kim karnını doyuracak şimdi senin. Hem et ye biraz gücün kuvvetin yerine gelsin, ondan bundan dayak yemezsin.”
Ömer’in davrandığını görmesiyle oğlanın tabanları yağlaması bir oldu. Kördüğüm sineklikten kıvraklıkla sıyrılıp kaçıyor, bir yandan da “Kuşburnuuu!” diye bağırmaya devam ediyordu.
Ömer biraz da önceki gece yediği dayağın acısını çıkarmak arzusuyla, kabalarının sızısına aldırmadan, yakalayıp eşek sudan gelinceye kadar dövmeye ahdetti çırağı. Lakin gözünü kan bürümüş halde koşarken bir ayağının sinekliğin iplerine takılmasıyla yere kapaklanması da bir oldu. Bir kez daha babası Terzi Cafer’i çağırmaya gelen, korkusundan içeri girip girmemekte kararsız, kapıda bekleyen oğlanın ayaklarının dibinde buldu kendini. Toparlandığında karşısında Necdet’i, Cafer’i, Necati’yi, Arif’i, bütün kahve ahalisini gördü. Gülmekten hepsinde surat kıpkırmızı kesilmiş... Hiçbirinin el vermeye niyeti yok. Kapıdaki masalarda oyun oynayanlar, tüm çevre esnaf da patırtıyla dışarı uğramış.
Ayağa kalkıp üstünü başını silkeledi Ömer, sağına soluna baktı, ellerini ceplerine sokup hiçbir şey olmamış gibi Adem’in kahvesine doğru yollandı.
2010